SABAHATTİN ALİ'NİN KAHRAMANLARI
Sabahattin Ali…
Romanlarını büyük bir heyecanla okuduğum romantik, bir o
kadar realist edîbimiz… Her ne kadar yolumuz ve ideolojimiz bir olmasa da ortak
pek çok duygularımızın olduğunu düşünüyorum bu yazarla. Hatta bazen ileriye
gidip hayata tıpkı onun kahramanlarının gözünden baktığım da oluyor. Geçenlerde
bir dostumun tavsiyesi üzerine okuduğum romanındaki gibi, “içimdeki şeytan”
diye benim de kapıldığım olmuyor değil hani.
Düşünüyorum ki insanlar hangi felsefe, ideoloji ya da bakış
açısına sahip olursa olsun, eskiden, daha mert, daha açık sözlü ve daha onurlu
imişler. Bunu en sevdiğim iki solcu yazar; Sabahattin Ali ve Orhan Kemal’de
açıkça görebiliyorum. Bu iki yazarın roman ve hikayelerini okurken, kurgunun bütününden
daha çok aldığım bir tat var ise o da tek tek, roman veya hikayenin özüne
katmış oldukları karakterleri okumaktır.
Bahsini açtığım konu üzere, Sabahattin Ali’den söz etmek
istiyorum. Onun meydana getirdiği kahramanların her biri birer karakterdir. Her
biri hayatın içinden, yalnız 1930-40’larda yaşamayan, günümüzde de birer çağdaş
modellerinin görüldüğü ve olumlu yahut olumsuz yönleriyle okuyan herkese ders
olabilecek kişiliklerdir. Eğer bu böyle olmasa idi, zannederim Ömer’in,
Yusuf’un veya Raif’in acıları bana yalnız bir hayal gelir ve ütopik şeyler
üzerine bir çift lâf etmeyi çok bulurdum. Fakat öyle değil. Sanki imkanım olsa,
o yokuşlu yollardan çıkıp Ömer’i pansiyonunda buluvereceğim ve “O, aydın
geçinen, boş meşgalelerle senin de sonunu getirecek olan arkadaşlarına kulak
asma!” diyeceğim. Yalnız benim bu romanda (İçimizdeki Şeytan), Ömer’den daha
fazla acıdığım biri var; yazarın sırf kalabalık olsun için, ikinci çevreden yan
şahıs kadrosu dolsun diye koymadığına muhakkak inandığım biri: Veznedar Hafız
Bey. Ailesine zar zor yetiştirdiği maaşından tutup bir de Ömer’e borç veren,
hatta kendine ayırdığından fazlasını veren ve bunu sürekli hâle getiren Ömer’e
kızmayan bu yaşlı adamcağız, bir de ukâlâ ve dolandırıcı kayınbiraderi
tarafından kandırılıp sıkıştırılınca yapmayacağı işlere mecbur kalır,
çırpındıkça daha fazla batar ve sonunda Ömer’den de bir vurgun yeyince
umutsuzlukla hayata pes eder. Oysa, hayatın maddi yükü altında ezilmiş bu
biçâre adam, biraz olsun beklediği insanî parıltıları görebilseydi, bu
insanlığın yüzü suyu hürmetine içinde bulunduğu hayata katlanabilecekti.
Yazarın diğer romanlarından, Kürk Mantolu Madonna’nın Raif’i
ya da Kuyucaklı Yusuf da böyledir. Raif’in alçakgönüllüğü, sessiz ve çekingen
olması, çok donanımlı ve kabiliyetli bir aydın vasıflarına sahip olmasına rağmen
ukâlalık ve kibirlilik göstermemesi onu memuriyetteki kişilerce “hınbılın teki”
yapmıştır. Evinde de kayınbiraderleri ve baldızına dahi bakıp besleyip tek
maaşıyla kalabalık evi yalnız başına idaresine rağmen adam yerine konmadan ölüp
gitmesi hazindir. Hayallerine ulaşamamış, yoksulluk ve yetersizlik içinde sürüp
giden bir hayatın kaçınılmaz yok oluşudur bu. Aynı şekilde Yusuf… Eğer daha iyi
bir işi olsaydı, çevresindeki fırsatçılar rahat bıraksalardı onu, taşı sıksa
suyunu çıkaracak kudret ve mertlikteki bileğinin hakkını, karşılığını bir
görebilseydi ne hayallerini yitirirdi ne tek varlığı-namusunu- namerde yem
ederdi.
Sabahattin Ali karakterlerini hem fiziki hem ruhi boyutuyla
ele alıp işlerken dar bir alana hapsetmiyor, onun örnekleri yıllar yıllar
ötesine uzanıyor ve çaresizliğin dili oluyor. Ah, bir fırsat verilseydi, ah bir
emeğinin karşılığını görselerdi, sinsi ve tıyneti bozulmuşların oyununa
gelmeselerdi… Ne Yusuf atını dağa sürerdi, ne Raif böyle gariban ölürdü, ne
veznedar Hafız insanlığın var olduğuna dair son umudunu da yitirirdi. Ya da bir
başka deyişle bugün, ne Ermenek’te, dirilip gelse yine aynı işe mahkum
madenciler kalırdı; ne de bir otobüse gereğinden çok fazla tıkıştırılan fakat
başka şansı da olmayan, sonunda emeğini istismar edenlerin kurbanı olmuş mevsimlik
işçiler… (O zaman tüm bunları kendine rant edinen muhalif, fırsatçı politika ve
çığırtkanları da olmazdı tabii.)
Büyük yazar ve şaire saygılar…
Keşke sagcısı solcusu, cemaatcisi ateisti demeden romanlarin, şiirlerin, o güzelim öykülerin hakkini verebilsek. Lakin ne mümkün! Yapilana değil yapana bakiyoruz her daim. Topluma meyve verenlerin önce siyasi görüşünü sonra yaptigi işi konuşuyoruz. Bugün öfkeyle taslanip duran bazi değerleri yarin minnetle yad edeceğiz de farkinda bile değiliz.
YanıtlaSil