BAHAR NİNNİSİ

   BAHAR NİNNİSİ

   Anneler çocuklarının küçülen kıyafetlerine bile bakıp ağlarlar. Uyurken katladıkları temiz kıyafetlerini ya da sepete attıkları kirlilerini de koklayıp ağlarlar. Ya da ben tüm anneleri aynı zannediyorum. Bir gün Nagihan demişti ki "Canım, sen bu çocuğun kıyafetlerini neyle yıkıyorsun Allah aşkına? Öyle güzel kokuyor ki.. Eğer Rabbim bana da bir bebek nasip ederse markasını isteyeceğim senden." O gün o lafıyla göğsüme bir bıçak sapladığının farkında değildi. Belki hayatımda ilk kez birinin derdi için o kadar sahici ağladım. Bebeği olmuyordu, henüz nasibi değildi mi demeliyim, bilmiyorum. Kaderden bahsederken kelimeleri iyi seçmek gerekiyor. Bunu epeyce deneyimledim. 
   
   Bazı günler fabrikada makinelerin arasında gürül gürül ağlıyordu Nagihan. Şöyle biri gelmiş de okkalı bir küfür basmış gibi buna. Susturamıyordum, patronlar çıkışını verin yollayın şunu diyordu ikide bir, araya girip ikna etmek için uğraşıyorduk biz. Aman etmeyin, evde sıkıntısı çok, o da bunalıyor tabii , diyorduk. Bazen kocasına sövüyordu, bazen kaderine; bazen tevekkül ediyordu. Bir keresinde “Git” demişti kocasına, “İçim rahat değil, ben sana bir evlat da veremiyorum on yıldır. Doktora gidelim eğer ki sıkıntı bendeyse kabulüm, boşa git beni.” “Saçmalama Nagihan, eğer dert bendeyse sen bırakır gider misin?” diyordu. Bana öyle geliyordu ve bizim Nagihan öyle yanıyordu ki çocuk çocuk diye, eğer kocasından sebep ise bırakır giderdi. Buna karşılık benimki eve geldiğinde “Yine çamaşırlarını mı yıkadın, her yer kızımız kokuyor.” diyordu; çocuksuz analardan utanıyordum.

   Bir gün Nagihan’a doktor randevusundan dönünce almak üzere kızımı teslim ettiğimde, tutturdu veremem, bizimle uyusun bu gece diye. Etme eyleme dedim, süt çocuğu daha bu. Nasıl kalsın burada buncağız? Küstü iki ayı var konuşmadı benimle. Barışmak mesele değil de, vicdanımı çalıyordu Nagihan. Öyle beş altı çocuğu olup yokluk çekenlere üzülemiyordum artık. Ne var diyordum baksınlar, bakmayacaklarsa da... Bizim Nagihan olsa bunlardan birinin anası, neler yapmazdı ki diyordum. 

   Nasibi henüz gelmiyordu ve o her gün benim bebeğimi görüyordu. O, kızıma gülünce diyordum ki “Anne olsaydı evladına hep gülerdi böyle, benim gibi bazen yorulup kaşlarını indirmezdi.” O yavruma güzel oyunlar öğrettiğinde, sevdiğinde görmemiş gibi yapıyor; anne olmak nasıl bir şey anlatsana, dediğinde olabildiğince sevincimi belli etmeden geçiştiriyordum. Belki o kadar dikkat etmeme rağmen, ona sorsan ne kadar abartıyordum sevgi gösterilerini, yarasını eşeliyordum belki. Yarası yaram olmuştu çoktan halbuki... “Allah’ım, sen öyle bir anda sevindir ki ben göğsümü gere gere annelik muhabbeti edeyim, rahat bir gönülle o yumuşatıcının adını vereyim bu kuluna da!” diyordum. Duanın gücü diye bir şey var, vakit diye, nasip diye bir şey var. Öyle görünmez bir köşede,  lavantalı, kenarı nakışlı bir bohçanın içinde bekliyor bizi. Bana o haberi verdiğinde çeyiz sandığı açar gibi açtım müjdesini. Ağlamakla gülmenin, özlemle kavuşmanın şaşkınlığını bir arada yaşadığım azdır. Şükür vaktiydi; bir evlat nasip olmuştu artık ona da.

   Bazen hayat böyledir. Küçülen kıyafetlerin küçülürler. Farkına bile varmazsın manasının. Atar ya da birine verirsin. Kokusunu filan duymaz olmuşsundur, alışmıştır duyuların bile. Ama bir başkasının ciğeri bile hasret içindedir ona. Tüter, buram buram tüter ona senin sahip oldukların. Soluklanıp ne zaman yavrumu izlesem bir başkasının hayali olduğu gelir aklıma. Soluklanıp kokusunu ne zaman duyabilsem, o lavanta bohçasının bir başka bekleyene de açılması için dua ederim. 
   “Bahar ninnisi.”
   “Hı?”
   “Adını sormuştun hani Nagihan, aşağıdaki marketten aldım. Yumuşatıcının diyorum canım. İnsan bir soruya cevap vereceği günü hiç bu kadar özlemle bekler mi, inan senin kadar bekledim cancağızım.”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GELİNCİK TOPRAĞI

MASKE KALKINCA

MİHMÂN'A