TAHTA MASA

    TAHTA MASA

    Eğer bir dosta sahipseniz hayatınız güzelleşir, eğer unutulmayacak bir dosta sahipseniz gerçek bir hayatınız var demektir. Üniversite yıllarında tanışan iki kızdan bahsediyorum. Hayatlarının ilk gençliklerinde... Her gün pek çok kabiliyetle birlikte ayakta otobüs yolculuğu yapan, mecburiyetleri kaderleri olmuş gençlerdik. Ankara'da okumayı mutlaka bir fikri kavga haline getirme, hiç değilse aşık olma bellemiştik. Kapıdan içeri kavgalarımız ve aşklarımızla giriyorduk. O genelde aşkıyla kavga etmeyi seçiyordu. Sık sık “Ayrıldık, kurtuldum bu kez ondan, bitti kesinlikle.” diyordu. Kesinlikle’leri kör bir bıçak gibiydi, asla işe yaramazdı. İçinde merhametten dokunmuş bir koca ağ gizliyordu çünkü. Bu yüzden hep merhametinden vuruluyordu. 
    Başımıza ne gelirse gelsin günün sonunda mutlaka gülüyorduk yine. Bir tahta masanın etrafında yontulan kahkahalarımız vardı. Tıkalı mutfak lavabosuna çarpardı orda kahkahalarımız, yüksek gelmesin fatura diye kıstığımız doğalgaz kombisine çarpardı, masanın üstündeki kitaplarımıza çarpardı. Adam Smith, Milletlerin Zenginliği'nde der ki, diye başlardı. Kafam patlardı ama hayran olurdum ona gizliden. Aslında aşikardı. Kimseyi beğenmediğimiz o dünyada tek birbirimizi beğenirdik. Fazla mükemmel olduğumuz için insanlar bizi hak edemiyordu. Buna gerçekten inanırdık. Belki o yıllarda hakikaten öyleydi. Ben edebiyattan bahsederdim ona, sık sık bahsederdim. Sıkılmazdı hiç beni dinlemekten. Fuzuli, Nedim gazellerini şerh ederdim, Azerbaycan Türkçesi metinlerini okur güldürürdüm onu. Dönüp dönüp “Yaa ne güzeldi o hikaye, bir daha okusana.” derdi. Ben ondan Hüsnü Arkan okumasını isterdim. Kendi deyimiyle çok kötü bir sesi vardı ama tizleri güzeldi, güzel çıkış yapıyordu. Hissediyordu şarkıyı söylerken. Ruhuma iyi geliyordu. Çok az kişiyi sevdiğim bir dünyada sevmekten öteydim onu. Sevdiğim adamla Kurtuluş'ta yürümekten daha iyi geliyordu belki onunla bu masa başı sohbetleri. “Şu tahta masanın dili olsa da anlatsa, diyeceğiz belki bir gün.” diyorduk. O kadar mükemmeliz ki tahta masaya fırsat bırakmadım değil mi kardeşim? Bir kız kardeşim yoktu ve ben çok az kişiye “ kardeşim” derdim. 
    İyi kötü geçiniyorduk. O her ayın yedisinde tavuk alır gelirdi eve, ben ciğer. O ucuz marketin hiç değişmeyen ucuz reyonundaki elmalı turtalardan yerdik ucuza. Keyfimizin pahasını biçecek yoktu. Yemeklerime bayılırdı. Sanat filmi izlemeye... Nergislere de... Bunlara ben de bayılırdım ama ona aldığımdaki mutluluğunu görmek, birinden nergis almaktan daha güzeldi. Nergisler ucuzdu, Kızılay'da, meydanda herhangi bir satıcıdan alabilirdiniz mesela ama yıllar sonra ona bir doğum gününde nergis yollamak istediğimde en ünlü çiçekçide dahi bulamamıştım. Bazen böyledir. İmkan kıtlığı en güzel imkanları verir. Yıllar bizi imkânlı imkansızlıklara sürükleyecekti.
    Atanmıştık, kendi ayaklarımızın üstünde ve kendi kazancımıza yaslanarak yaşıyorduk ama çok uzak şehirlerde. KPSS’de Adam Smith’in yazdığı eseri sordular o yıl, tesadüf bu ya. Beş şıkkın beşi de yabancıydı bana kalsa. Siyasal'da ders diye okutulan bu kitabı bir edebiyat öğrencisi zor bilirdi eğer her gün tahta masada ondan sohbetler açılmadıysa. Sınanması bile güzel insanlardık. Bütün sınanmalar böyle olsaydı... 
    En son o benim nişanımda yanımdaydı, çok geçmedi evlendim. İlk bebeğime hamile olduğumun müjdesini aldıktan tam bir ay sonra yine o berbat hastanede kaybettiğimde, ilk uçakla yanına geliyorum hemen, dedi. Yanına geliyorum diyenim yoktu. Benim bir kız kardeşim yoktu, o vardı ama. Her şeyi unutsam bunu unutmam dedim o gün. İlaç, merhem, yardım eli, enkazın altına duyulan o ses; ne derseniz deyin buna. Öyle merhametliydi ki...
    Kadere tevekkül etmek meziyet değildir, kadere tevekkül etmezseniz zaten yaşayamazsınız. Bir yıl sonra, sağlıcakla ikinci bebeğimi kucağıma aldıktan sonra ilk arayanlardan biri olmasını bekledim. Bu süreçte beni asla yalnız bırakmamıştı. Her sıkıntımda onu aradım, kötüyüm dedim, ölüyorum dedim, midem bulanıyor dedim, nasıl bakacağım dedim, sen gelirsin dedim. Gelirim dedi hep ama gelmedi.      
    Doğumdan sonra ne bir şey yazdı ne aradı ne de o hep yaptığı sürprizlerden birini gönderdi. Kalkıp ben gittim. Haber gelmişti ondan. Uzun uzun ağlayıp içimin soğuk mermere çıkmasının ardından onun adıyla seslendiğim bebeğime daha bir sarıldım. Sessiz taşını öptüm. O güzel şarkılar söyleyen kız ebediyyen susmuştu. Son aylarında çok acı çekmişti kim bilir. Hem tedaviye gidiyor hem beni tedavi ediyor olduğunu kim bilebilirdi. Ailesinden başka kimseye duyurmadan hastalıkla mücadele ettiğini, acılarını gizlediğini, ölüme bile merhamet ettiğini kim nereden bilebilirdi. Kızın doğacak, güzel günleriniz olacak, içim rahat derdi. Uzakta diye öyle dediğini sanırdım. Sen nasılsın, iyi misin, derdim; iyiyim, derdi hep. Adıyla kucakladım kızımı, ardımda kahkahalarla inleyen bir tahta masa hayali... Mezarlıktan yine ıslanmış dualarla çıktım. Masa uzakta kaldı. Benim hiç kız kardeşim olmadığını söylemiş miydim size? Öyle merhametliydi ki, benim kız kardeşim oldu.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

GELİNCİK TOPRAĞI

MASKE KALKINCA

MİHMÂN'A